Uzun
bir aradan sonra yine yollara düşme vakti geldi. Kara Afrika’nın
çatısına yolculuk 9 Şubat’ta otobüse adım atmam ile başladı.
Daha ilk saatlerde çoktan unuttuğum gündüz otobüs yolculuğunun
ne denli zor olduğunu bir kez daha hatırladım. Altı saatlik
yolculuğun ardından otuz kiloya yakın yüklerimle metro taksi
derken havalimanına ulaştım. Kardeşim kadar sevdiğim Kutay ile
buluşup her zaman ki toplanma noktasında diğer ekip üyelerini
beklemeye başladık. Tanışma chek in derken saatler akşam yediyi
gösterdiğinde artık bizi Kilimanjaro’ya götürecek
uçağımızdaydık. Güler yüzlü THY ekibinin ikramları, ön
koltukta oturan yaşlı bir almanın rahatsızlığı derken saatler
gece yarısı üçü gösterirken Kilimanjaro havalimanına iniş
yaptık. Vize işlemlerinin ardından bizi bekleyen araç ile
otelimize vardığımızda ilk sürpriz bizi bekliyordu. Bir iletişim
hatası yüzünden bir odamız başka bir misafire verilmişti. Bir
saate yakın koşuşturmanın ardından odalar ayarlandı. On sekiz
saatlik bir yolculuğun ardından yatağa girmenin mutluluğu ile
hemen uykuya dalıverdim.
Sabah
çatıdan gelen sesler ile uyandığımda bambaşka bir yerde
olduğumu hemen anlamıştım. Akşam yorgunluğa sarsıntılı geçen
araç yolculuğu da eklenince nereye geldiğimizi pek anlayamamıştık.
Yağmur ormanlarının arasında tropik meyvelerin ve de kahve
bahçelerinin içinde nehir kıyısında cennetten kalma bir
yerdeydik. Çatıdan gelen seslerin ne olduğunu da bahçeye çıkıp
şöyle bir tur attığımda anladım. Etrafta onlarca maymun küçük
ceylanlar dolaşmaktaydı.
Yurt
dışına gidelerin en büyük sorunlarından birisi de gittikleri
ülkenin mutfağıdır. Avrupa mutfağını ve de Uzakdoğu-Çin
mutfağını az çok bildiğimden ve de o bölgelerde genelde aç
kaldığımdan beni en şaşırtan şey Tanzanya da hemen her şeyi
yiyebilmem oldu. Aslında sabah kahvaltısında anlarsınız sizi
nelerin beklediğini. Tabi ki benim gibi kahveyi seven birisi için
kahve bahçesinde kahve yudumlamak inanılmaz bir keyif oldu.
İlk
günümüz otelde (Aruvera River Lodge) dinlenmek, tırmanış
malzemelerinin kontrolü ve de ekip arkadaşlarımızla kaynaşmak
ile geçti diyebilirim. Ekip liderimiz ülkemizin en iyi
dağcılarından Mustafa Kalaycı. Bu dağa yedi defa çıkmış
dünyada bir çok bölgeye ekspedisyon düzenlemiş deneyimli bir
dağcı. Liderimizin böylesine tecrübeli biri olması sebebi ile
kontrolü daha ilk günden ona teslim etmemize neden oluyor. Yemek,
sohbet uyku ve de etrafı kolaçan etmekle geçen güzel bir günün
ardından erkenden odalarımıza çekiliyoruz. Artık Afrika’nın
çatısına çıkmaya hazırız.
Sabah
saat dokuzda yerel ekibimiz bizi almaya geldi. Frak ve otuz adamı
bize bu ekspedisyonda lojistik destek ve rehberlik yapacak. Otuz
yaşında olduğunu tahmin ettiğim eski bir Toyota minibüs ile yola
koyuluyoruz. Yolda verdiğimiz kısa bir molada Almanya’da yaşayan
bir Türk ile karşılaşıyoruz. Saatler bire yaklaşırken Machame
rotasının giriş kapısındayız. Kayıt yaptırıp beklemeye
koyuluyoruz. Kapıda yüzlerce dağcı ve de yerel ekip koşuşturup
duruyor. Bir saatin ardından Mustafa’nın Afrika insanının
yavaşlığı konusundaki uyarılarının ne kadarda haklı olduğunu
anlıyoruz. Burada her şey bizdekinden çok daha yavaş akıyor.
Bizim pek alışkın olmadığımız bir şey olsa da yavaş olmanın
pekte kötü bir şey olmadığını anlıyorum. Neyse ki saatler
öğleden sonra iki bucuğu gösterdiğinde tırmanış başlıyor.
Artık
dağın iklimine adım atıyoruz. Yağmur ormanlarının içine
açılmış yürüyüş yolunda ilerlemeye başlıyoruz. Ortam
hakikaten inanılmaz keyifli ve de büyüleyici. Zaman zaman
maymunların tepemizde ki ağaçlarda koşuşturmalarını izliyor
zaman zaman kuş seslerini dinlemek için yürüyüşe ara veriyoruz.
İşte o zaman daha iyi anlıyoruz Kilimanjaro’ya her yıl binlerce
insanın neden geldiğini.